Efendim; bizler siyasi sığınmacı, siyasi Mahmut’un görkemli bir törenle açtığı „Sanatçılar Kahvesi“nin müdavimleriyiz. Taşlamacı Melahat,...
Efendim; bizler siyasi sığınmacı, siyasi Mahmut’un görkemli bir törenle açtığı „Sanatçılar Kahvesi“nin müdavimleriyiz. Taşlamacı Melahat, „Sizi saplıktan kurtarmak, bu hıyar tarlasında şeftali olmak için geldim“ diyerek, çeşit olsun diye aramıza katıldı. Düdük ve ben „Yazardan“ sayıyoruz kendimizi. Ama bazılarının dediği gibi „Yazar takımı“ değiliz. Ne öyle „Takım?“ Keser miyiz, testere mi, alt takım mı, anlayalım bari.
Kendimizi tanıtan bu girişten sonra bir yazar olarak başımdan geçen ilginç bir olayı anlatmak ve Gazelhan Molla’nın olaydan sonra yazdığı duayı sunmak istiyorum sizlere.
3 yıl boyunca, gece gündüz çalışıp yazdığım bir kitabım için ödenen, bir şişe rakı bile almaya yetmeyecek „Telif hakkı“ Sanatçılar Kahvesi’nde günlerce alay konusu oldu. Turneden yüklü bir parayla dönen Kemancı Refik; „İyi kötü bir sesin var, bir kaset doldursaydın, bir iki geceye çıkıp türkü söyleseydin daha çok kazanırdın, bu da sana en az 6 ay yeterdi, sermayesi yok, masrafı yok, inek gibi geceler boyunca masa başında otlamak yok“ diyerek dalgasını geçti, sesimi çıkaramadım.
Gazelhan Molla; „Biz vokal yapalım, sen uzun hava oku“ derken gözlerinde binbir hainlik vardı. Günlerdir elime kalemi almıyor, „Yazarlık yaşamıma son vereceğim“ demenin ötesinde de bir şey söylemiyordum.
Kararım karardı, bu işi bitirecektim. Eskilerin söylediği gibi „Ölüm ölüm, hırlamaya ne gerek“ diyecek, çizecektim her şeyin üzerini. Bunu yapabilmek için de öncelikle bana yazarlığımı unutturacak yeni bir iş bulmanın yollarını araştıracaktım.
Artık her akşam masa sohbetinde benim yazarlığımla dalga geçilmesine dayanamaz olmuştum. Bir akşam Gazelhan Molla koskoca bir kartonun üzerine yazdığı bir yazıyı masamın üzerine bıraktı. Herhangi bir saldırıyla karşılaşmamak için de gitti, çay ocağına saklandı.
Kızmadım, aksine yazıyı defalarca, gülerek okudum. Sonra götürüp duvara, Siyasi Mahmut’un resminin yanına astım.
Gazelhan Molla, içi yığınla „Ve“ sözüyle yüklü, Ayet usulü yazısını şöyle yazmıştı:
„Yazar duası:
Sana bir dilekçe yazıyorum ilahım, iyi yanına gelir de yanıt verirsen eğer, ‚Pedro’ya yaptığın gibi, valileri, komutanları aracı koyma. Bana da üç zaman verme, hemen dileğimi gerçek eyle. Durum bildiğin gibi değil, fecaat.
Biliyorsun insan insan olmadan önce sağ omuz sol omuz melekleri yazı işlerine bakıyorlardı. Ama daha insan insan olmadığından o meleklerin işsizlikten canları sıkılıyordu. Onlardan sonra insan insan oldu, nasıl oldu, niye oldu, dert değil ve insan olan insan sonra yazar oldu ve niye oldu, derdi neydi bilinmez ve olanla yitene çare bulunmaz ve bileğine kuvvet, aklına keramet bu yazar milleti yazdı ha yazdı ve sonra insan yazı yazmayı öğrenince, okumayı da öğrendi, yazılanlar birikip, göklere ulaşınca, yazıları yayınlamayı görev edinenler zuhur ettiler ve yayınlayıcı insanlar, insanın yazdıklarının dibini koklayarak ‚Bu olmuş, bu olmamış, bunun daha çok güneşe, bunun yağmura, bunun çamura, bunun samana, bunun hamura ve bunun buluta ihtiyacı var‘ dediler ve yayınlayıcılar insanların yazdıklarını insanlara ulaştırabilmek için gecelerini gündüzlerine kattılar ve SEKA’ya kul köle oldular ve peynir kağıtlarından kitaplar hazırladılar ve kitapları sattılar ve öteki insanlar kitapları okuduktan sonra ağladılar ve güldüler ve somurttular ve bağırdılar ve sövdüler ve sevdiler ve yayıncılar ödüllerle beraber düşmanlıklar kazandılar ve kitap evleri bombalandı ve yazarlar haklı olarak yayıncılarıyla anılır oldular ve yayıncılar, ‚Kitaplarını yayınlıyoruz, biz olmasaydık onlar yazar olamazlardı‘ diyerek yazarlara babalandılar ve yazarlar, ‚Biz yazmasaydık siz ne nane yayınlayacaktınız‘ diyemediklerinden ve su ve ekmek gibi her iki insan grubu birbirlerine yapışık olduklarından, bazen çok ıslandılar, bazen kuru kaldılar ve bazen dost bazen küskün yaşadılar ve bazen insafa gelen yayıncılar, ‚Bu sene de bu kitabı iyi kötü sattık, ama yazara biz ne verdik‘ diye kendi kendilerine sormadılar ve ‚Hüda vermemiş, biz hüdadan büyük olmadığımıza göre ne verebiliriz ki‘ dediler ve yazarlar yayınlanan kitaplarının akıbetlerini sorduklarında, ‚Yayınlandı ne olacak‘ diye yanıtlar aldılar ve ‚Ne istiyorsun, yayınladık ya‘ diye babalanan yöneticilerin karşısında şaşkın kaldılar ve ‚Bu karda, kışta, kıyamette, bu savaş ortamında, insan haklarıyla uğraşırken, senin bizleri sorgulamaya kalkışan utanmaz dört mektubunun ne hükmü var, biz burada demokrasiyi inşa etmeye çalışıyoruz, sen mektuplarla bizi oyalıyorsun‘ diyen yayıncı komutanların karşısında hazırola geçemediklerinden elleri havada, başları bulutlarda kaldılar ve yazarlar ‚Bir kaç yıl boyunca o kitaba hamile kalmıştım, duydum doğmuş, hani bir yüzünü göreyim, yakışımlı mı, ele avuca sığıyor mu, adam olacak cinsten bok yapabiliyor mu, çişini altına kaçırıyor mu demiştim de..‘ diye lafı ağızlarında gevelediler ve yayıncılar gazaba gelip, ‚Anlaşmamız mı var‘ diye bağırdılar ve yazarlar ‚Kimi kimle anlaştıralım, kimi kime şikayet edelim, kimi kimden kayıralım‘ diye derin düşüncelere daldılar ve ‚Bundan sonra yazanın‘ diye ağızlarını bozmalarına karşın, alışmış ağızda sözcük durmayacağından yeniden masa başına oturdular ve yeniden yazdılar ve yeniden harcadılar ellerinde avuçlarında olanı ve yeniden yayıncının kapısına dayandılar ve yeniden, ‚Hele bir bakalım‘ yanıtını aldılar ve üç ay oldu, beş ay oldu, çocuk niye gelmedi türküsünün eşliğinde gebelikleri aylar, yıllar sürdü ve bir de duydular ki çocuk doğmuş, askere gidiyor, belki şehit olacak ve yüreklerine sızılar indi, yataklara düştüler ve günümüzde herhangi bir nedenle hastalanmak duygu sömürüsü sayıldığından ve yazarların sömürülecek duyguları bulunmadığından, ‚Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı‘ şarkısı eşliğinde evlerine çekildiler ve amaç hasıl oldu ve insanlar öteki insanlar için yazmaya devam ettiler ve yayıncılar bayramlarda, yeni yıllarda, doğum günlerinde bile kartlar göndermediler, arada bir de ‚Bu yazarlar da insan, ağızları kurumuştur, biraz ıslatsınlar‘ diyerek beş kuruş göndermeyip, ‚İçince bize sövüyorlar‘ diye düşündüler.
Ey ilahların ilahı, uzun sözün kısası demem o ki; Hani derler ki ‚Yazar olsan ne yazarsın‘. Sen de hala derdimizi anlamadıysan ilah olsan ne yazarsın? Bana sakın üç zaman verme, hemen dileğimi gerçek eyle.
Amen, amin, haleluya!“
Gazelhan Molla’nın Yazar duası’ndan sonra elbette yazarlığıma fedakarca devam etme kararı aldım. Şimdi yeni kitabımın telif hakkının gelmesini dört gözle bekliyorum. Gazelhan da ikide bir; „Beklerim seni ben pencerelerde“ şarkısını söylüyor bana. „
Kendimizi tanıtan bu girişten sonra bir yazar olarak başımdan geçen ilginç bir olayı anlatmak ve Gazelhan Molla’nın olaydan sonra yazdığı duayı sunmak istiyorum sizlere.
3 yıl boyunca, gece gündüz çalışıp yazdığım bir kitabım için ödenen, bir şişe rakı bile almaya yetmeyecek „Telif hakkı“ Sanatçılar Kahvesi’nde günlerce alay konusu oldu. Turneden yüklü bir parayla dönen Kemancı Refik; „İyi kötü bir sesin var, bir kaset doldursaydın, bir iki geceye çıkıp türkü söyleseydin daha çok kazanırdın, bu da sana en az 6 ay yeterdi, sermayesi yok, masrafı yok, inek gibi geceler boyunca masa başında otlamak yok“ diyerek dalgasını geçti, sesimi çıkaramadım.
Gazelhan Molla; „Biz vokal yapalım, sen uzun hava oku“ derken gözlerinde binbir hainlik vardı. Günlerdir elime kalemi almıyor, „Yazarlık yaşamıma son vereceğim“ demenin ötesinde de bir şey söylemiyordum.
Kararım karardı, bu işi bitirecektim. Eskilerin söylediği gibi „Ölüm ölüm, hırlamaya ne gerek“ diyecek, çizecektim her şeyin üzerini. Bunu yapabilmek için de öncelikle bana yazarlığımı unutturacak yeni bir iş bulmanın yollarını araştıracaktım.
Artık her akşam masa sohbetinde benim yazarlığımla dalga geçilmesine dayanamaz olmuştum. Bir akşam Gazelhan Molla koskoca bir kartonun üzerine yazdığı bir yazıyı masamın üzerine bıraktı. Herhangi bir saldırıyla karşılaşmamak için de gitti, çay ocağına saklandı.
Kızmadım, aksine yazıyı defalarca, gülerek okudum. Sonra götürüp duvara, Siyasi Mahmut’un resminin yanına astım.
Gazelhan Molla, içi yığınla „Ve“ sözüyle yüklü, Ayet usulü yazısını şöyle yazmıştı:
„Yazar duası:
Sana bir dilekçe yazıyorum ilahım, iyi yanına gelir de yanıt verirsen eğer, ‚Pedro’ya yaptığın gibi, valileri, komutanları aracı koyma. Bana da üç zaman verme, hemen dileğimi gerçek eyle. Durum bildiğin gibi değil, fecaat.
Biliyorsun insan insan olmadan önce sağ omuz sol omuz melekleri yazı işlerine bakıyorlardı. Ama daha insan insan olmadığından o meleklerin işsizlikten canları sıkılıyordu. Onlardan sonra insan insan oldu, nasıl oldu, niye oldu, dert değil ve insan olan insan sonra yazar oldu ve niye oldu, derdi neydi bilinmez ve olanla yitene çare bulunmaz ve bileğine kuvvet, aklına keramet bu yazar milleti yazdı ha yazdı ve sonra insan yazı yazmayı öğrenince, okumayı da öğrendi, yazılanlar birikip, göklere ulaşınca, yazıları yayınlamayı görev edinenler zuhur ettiler ve yayınlayıcı insanlar, insanın yazdıklarının dibini koklayarak ‚Bu olmuş, bu olmamış, bunun daha çok güneşe, bunun yağmura, bunun çamura, bunun samana, bunun hamura ve bunun buluta ihtiyacı var‘ dediler ve yayınlayıcılar insanların yazdıklarını insanlara ulaştırabilmek için gecelerini gündüzlerine kattılar ve SEKA’ya kul köle oldular ve peynir kağıtlarından kitaplar hazırladılar ve kitapları sattılar ve öteki insanlar kitapları okuduktan sonra ağladılar ve güldüler ve somurttular ve bağırdılar ve sövdüler ve sevdiler ve yayıncılar ödüllerle beraber düşmanlıklar kazandılar ve kitap evleri bombalandı ve yazarlar haklı olarak yayıncılarıyla anılır oldular ve yayıncılar, ‚Kitaplarını yayınlıyoruz, biz olmasaydık onlar yazar olamazlardı‘ diyerek yazarlara babalandılar ve yazarlar, ‚Biz yazmasaydık siz ne nane yayınlayacaktınız‘ diyemediklerinden ve su ve ekmek gibi her iki insan grubu birbirlerine yapışık olduklarından, bazen çok ıslandılar, bazen kuru kaldılar ve bazen dost bazen küskün yaşadılar ve bazen insafa gelen yayıncılar, ‚Bu sene de bu kitabı iyi kötü sattık, ama yazara biz ne verdik‘ diye kendi kendilerine sormadılar ve ‚Hüda vermemiş, biz hüdadan büyük olmadığımıza göre ne verebiliriz ki‘ dediler ve yazarlar yayınlanan kitaplarının akıbetlerini sorduklarında, ‚Yayınlandı ne olacak‘ diye yanıtlar aldılar ve ‚Ne istiyorsun, yayınladık ya‘ diye babalanan yöneticilerin karşısında şaşkın kaldılar ve ‚Bu karda, kışta, kıyamette, bu savaş ortamında, insan haklarıyla uğraşırken, senin bizleri sorgulamaya kalkışan utanmaz dört mektubunun ne hükmü var, biz burada demokrasiyi inşa etmeye çalışıyoruz, sen mektuplarla bizi oyalıyorsun‘ diyen yayıncı komutanların karşısında hazırola geçemediklerinden elleri havada, başları bulutlarda kaldılar ve yazarlar ‚Bir kaç yıl boyunca o kitaba hamile kalmıştım, duydum doğmuş, hani bir yüzünü göreyim, yakışımlı mı, ele avuca sığıyor mu, adam olacak cinsten bok yapabiliyor mu, çişini altına kaçırıyor mu demiştim de..‘ diye lafı ağızlarında gevelediler ve yayıncılar gazaba gelip, ‚Anlaşmamız mı var‘ diye bağırdılar ve yazarlar ‚Kimi kimle anlaştıralım, kimi kime şikayet edelim, kimi kimden kayıralım‘ diye derin düşüncelere daldılar ve ‚Bundan sonra yazanın‘ diye ağızlarını bozmalarına karşın, alışmış ağızda sözcük durmayacağından yeniden masa başına oturdular ve yeniden yazdılar ve yeniden harcadılar ellerinde avuçlarında olanı ve yeniden yayıncının kapısına dayandılar ve yeniden, ‚Hele bir bakalım‘ yanıtını aldılar ve üç ay oldu, beş ay oldu, çocuk niye gelmedi türküsünün eşliğinde gebelikleri aylar, yıllar sürdü ve bir de duydular ki çocuk doğmuş, askere gidiyor, belki şehit olacak ve yüreklerine sızılar indi, yataklara düştüler ve günümüzde herhangi bir nedenle hastalanmak duygu sömürüsü sayıldığından ve yazarların sömürülecek duyguları bulunmadığından, ‚Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı‘ şarkısı eşliğinde evlerine çekildiler ve amaç hasıl oldu ve insanlar öteki insanlar için yazmaya devam ettiler ve yayıncılar bayramlarda, yeni yıllarda, doğum günlerinde bile kartlar göndermediler, arada bir de ‚Bu yazarlar da insan, ağızları kurumuştur, biraz ıslatsınlar‘ diyerek beş kuruş göndermeyip, ‚İçince bize sövüyorlar‘ diye düşündüler.
Ey ilahların ilahı, uzun sözün kısası demem o ki; Hani derler ki ‚Yazar olsan ne yazarsın‘. Sen de hala derdimizi anlamadıysan ilah olsan ne yazarsın? Bana sakın üç zaman verme, hemen dileğimi gerçek eyle.
Amen, amin, haleluya!“
Gazelhan Molla’nın Yazar duası’ndan sonra elbette yazarlığıma fedakarca devam etme kararı aldım. Şimdi yeni kitabımın telif hakkının gelmesini dört gözle bekliyorum. Gazelhan da ikide bir; „Beklerim seni ben pencerelerde“ şarkısını söylüyor bana. „


COMMENTS